27 Kasım 2015 Cuma

Semt İti


Sene yirmi on veya onbir, aylardan kış...

O dönem sultanbeyli'de bir fabrikada yönetici olarak çalışıyorum.

Fabrika fena fabrika değil ama benim yöneticiliğim ön muhasebeci kıvamında.

Anlayacağın fabrikanın sahibi çocukluk arkadaşım sırf aynı işte, aynı, odada, aynı günü paylaşalım diye bana iş yaratmış.

Evim avrupa yakasında olduğu için sürekli git gel zor oluyor,  konteynerden bozma yarım+sıfır daire yapmışım genelde orada kalıyorum.

Arkadaşım sürekli gel bizde kal diyor ama  evli olduğundan rahatsız etmek istemiyorum.

Ekstra kış bir gece yine şirkette kalıyorum, yollar jilet, benim arabada ne zincir ne kar lastiği.

Yakmışım elektrikli sobayı, kavanozun dibinde kalmış nescafe'ye türk kahvesi takviyesi yapmış yeni kahve kokteylime afili isim düşünüyorum.

Bilgisayarda Sırrı Süreyya'nın O.Çocukları açık.

Yazıhane nin penceresi otobana bakıyor, benim sırtım pencereye.

Uzaktan ara ara fren, patinaj, tampon sesleri geliyor, film güzel akıyor, kahve bi' boka benzemiyor.

1 çığlık zaman sonra gecenin bütün tadı kaçıyor.

Pencereye döndüğümde yerde kıvranan sokak köpeğini ve çarptığı canlının başında durmayan kartal'ın dur lambalarını görüyorum. Plaka kar tatilinde.

Hemen aşağı koşuyorum, bizim fabrika bekçisi de koşuyor, kapıda buluşuyoruz.

İnsana vurdular sanmış.

Köpeğin başına geliyoruz, buraları detaylı anlatmıyorum, manzara üzücü, çok canı yanıyor.

[http://tinypic.com/r/2hqe0i8/9 temiz foto]

Hayvan ayağa kalkamıyor ama kalkmaya çalışıyor, elimi başına koyup hafif yere bastırıyorum, sakin ol bekle der gibi.

Sakin olamıyor ama bekliyor.

Halit koş palet getir diyorum. Yöneticiyim çünkü ben.

Yerden kar alıp yaranın üstüne koyuyorum, kanamayı keser ağrıyı dindirir diye düşünüyorum.

Halit tahta paleti getiriyor, köpeği paletin üzerine çıkarana kadar hepimiz acı çekiyoruz.

Karda kızak gibi kaydırarak fabrikanın içine taşıyoruz paleti.

Sonra başlıyoruz sağı solu aramaya, olay gece olduğundan ve yoğun kar yağışından yardım bulunamuyor.

Tuzlada bir ekip varmış, onlara ulaşıyorum gelemeyiz diyorlar.

Elimde telefon arkadaşlarımı arıyorum, kedi köpek düşkünü arkadaşlarım seferber oluyor ama nafile.

Halit biraz aksi biraz sayko bi tip, "yapacak birşey yok yolun kenarına bırakalım hayvanı" diyor.

Siktir git der gibi bakıyorum.

Siktirip gidiyor.

Hayvana su veriyorum, Allah kahrediyor, akşam bisküvi/süt içmişim, yarım litre süt.

Hayvan biraz daha sakinleşiyor, fabrikanın içi çok soğuk ama ona iyi geliyor diye düşünüyorum.

Sürekli okşayıp sakin ses tonuyla telkin ediyorum.

Odurumdaki bir insanla bu kadar iyi iletişim kurmak imkansız, ben konuştukça o susuyor.

Yarayı sarmaya çalışıyorum, kırık var muhtemelen çok canı yanıyor, saramıyorum.

Gözüm üstünde, elim sırtında sabahlıyoruz, o gece zature oluyorum. Sonra geçiyor.

Şirketin kamyonu geliyor, gelen ilk işçilerle paleti kamyona yüklüyoruz, kamyonun zinciri var.

Sultanbeyli belediyesinin veterinerliğine giriyoruz koca kamyonla.

Koca kamyondan küçük tahta palet indiriyoruz.

Belediye işçileri şaşkın.

İşçilerden birine veterineri soruyorum, gelmedi, muhtemelen bugün gelmez diyor.

Bıraksak gelince bakılır mı?

Valla bu hayvan burda ölür sen bunu götür diyor.

Ben onu götürüyorum.

Sabiha gökçen'e kadar kapsamlı veteriner arıyoruz, nihayet buluyoruz.

2 Saat 45oTL sonra (sokak köpeği olduğu için indirimli) arkadaşı kucağıma alıp kamyona taşıyabileceğim kıvama geliyor.

Fabrikaya dönüyoruz, çocukluk arkadaşım gelmiş, durumu telefonda anlatmışım, biz gelmeden arkadaşa yer hazırlatmış.

Yerini seviyor, beni yerinden çok seviyor.

Adı topal kalıyor ama artık topallamıyor.

Aradan yıllar geçiyor, sektörüm değişiyor, kıtam değişiyor, hayatım değişiyor, hayatımdakiler değişiyor.

Geçtiğimiz ay (yirmi onbeş eylül) işim sultanbeyli'ye düşüyor.

Oto sanayi dolaylarında yürürken köpeğin biri havlaya havlaya yaklaşıyor.

Ulan hayvanlar sever beni bu niye havlıyor.
Öyle havlamıyor meğer

Neredesin oğlum sen diyor.

Ben tanımıyorum o beni tanıyor.

Kokum değişmiyor.

Yemeğe gidip hasret gideriyoruz.

Yemek dediğim kızarmış piliç alıyorum, kaldırıma çöküyoruz işte.

O gün alerji oluyorum. Sonra geçiyor.

17 Kasım 2015 Salı

Dört Kırkbeş

Martının kanadından kopan bir tüy
Beyazıyla keser geceyi ikiye 
Köpekler, fahişeler ve sarhoşlar görür
Geri kalanların göz bebekleri sabaha müebbet

Rüzgarın peşinden koşarken tüy tanesi
Kırık topuklu kadınların rimelleri yanar
Son sigarasını 3 sigara zamanı önce içmiş adamların bakışları sabit
Çöp tenekeleri zıvana kaynar

Sesin sus olduğu saatlere vurunca yelkovan
Senli benli olur tüm yabancılar
Yalanlardan yorganlar dikilir güneşe
Ertesi günü görmeden ölür kozasını kırmış hazlar

Bam telidir gecenin
Dokunsan göğsünden ağlar

14 Kasım 2015 Cumartesi

Ve Sonsuza Dek Mutsuz Yaşadılar...


Herhangi bir Newyorker'a elinde salçalı ekmekle çamurda  misket oynayan çocukları anlatmak zor.

Diyarbakırlı bir çocuğa 16 yaşında kendi ağaç evine taşınan Norveçli çocuğu anlatmak daha da zor.

Masallar bunun için var.

Bize bizim gibi olmayan şeyleri anlatırlar.

Hayatımıza giren ilk kötü kahramanlar masallarda doğar.

Bazen ilk iyi kahramanlar anne, babalar.
 
O canavarlarından seni koruyarak daha da kahraman olurlar.

Ama tüm çocuklardan uzun yaşar, kötü kahramanlar.

İhtiyar çocuklardan uzun yaşarlar.

Ama mutsuzdurlar.

Kötülük mutsuzlukla beslenir.

Mutlu olandan kötülük çıkmaz.

Kafa sağlığını yitirmiş olanları saymazsak.

O yüzden taş atana taş atma işte.

Ekmek at ki karnı doysun, çiçek at ki yüzü gülsün.

Alnını şakağına yasla.

Boynunu öp.

Avucunu ısır

Çocuk olsun.







29 Ağustos 2015 Cumartesi

Seyran

Sene ondokuz yetmişdört.
Seyran Hanım'ın Maviş, Mehmet Bey'in Mehmet olduğu zamanlar.
Mehmet Et Ve Balık kurumunda çalışıyor, Maviş kız taze öğretmen.
4. Maaşı Mehmet'in Et Ve Balık Kurumundan.
8. Ayı karı kocalıklarının.

Yeni yeni rahatlamaya başlamış eli ama aklı hep rahatsız.
Bir koltuk var üstü Afrika derisi, gerisi hep Alman.
İstanbul'un Beşiktaş'ında görmüşler, evlenmeden 3 ay evvel.
Maviş kız nefesini tutmuş vitrinin önünde. 
İlk kez o zaman dalmış gözleri o kadar uzun, Mehmet'in gözlerinin olmadığı yere.
Mehmet çok tutulmamış üstü Afrika derisi, gerisi hep Alman koltuğa ama o zamanlardan ahd etmiş Maviş'i o koltukta uyutmaya.

4. Maaşıymış Mehmet'in.
Kapı çaldığında Maviş açmış.
Mehmet kapıyı koltukla çalmış, Mehmet'in alnı nasıl terli.
Maviş kız nasıl mutlu.

Üstü Afrika derisi, gerisi Hep Alman koltukla yıllar geçirmişler.
Daha ilk yıl, misafir sigarasıyla bozulmuş façası, Maviş nasıl üzgün.
Başında beklemiş minderin, tamir olana değin.
Son misafirlikleri olmuş o tütünbaz misafirlerin.

Defalarca uyumuş Maviş Afrika görmüş, deriye başını koyarak.
Defalarca tanık olmuş Almanya görmüş koltuk, Mehmet'in Maviş'i, Mehmet Bey'in Seyran Hanım'ı öpüşlerine.
Tartıştıkları da olurmuş, mavi gözlü Seyran'la Mehmet Bey'in.
Seyran Hanım Afrikalı'nın koluna az mavi damlatmamış hani.

Çocukları olmuş Seyran Hanım'la Mehmet Bey'in.
Çok tepesine çıkmışlar, çok hırpalamışlar.
Derisi solmuş, ayağı topal kalmış, sırtında pastel boyadan yaralar açılmış.
Bir gün "ah!" dememiş ihtiyar koltuk.

112. Maaşıymış Mehmet Bey'in Et Ve Balık Kurumundan.
Kapı çaldığında Seyran Hanım açmış.
Mehmet Bey her yeri İsveçli bir koltuk ve iki nakliyeciyle çalmış kapıyı.
Seyran Hanım mutlu.

Nakliyecileri ikna etmiş Mehmet Bey, iki paket tütün parasına hem Almanya hem Afrika görmüş koltuğu sokağın köşesine bırakmaya.

Seyran Hanım kapıya kadar eşlik etmiş genç kızlık hatıralarına, tek seferde iki ciğerlik nefes çekmiş içine vedalaşırken.

Arkasından bakmak istemiş, özleyeceğini bilerek.
Pencereye doğru yürümüş.
Salonun ortasında İsveçli ile karşılaşmış.
Daha fazla yürüyememiş. 

Yeni koltuk çok rahatmış.
Seyran Hanım çok rahatsız.
9 Ay dayanmış yeni koltuk, ne ayakları Alman kadar kaslıymış ne kumaşı Afrikalı'nın derisi kadar sert.
Keşke elden geçirseydik eskisini demişler, yenisini apartmanın kazan dairesine götürürken.

Derisi Afrikalı gerisi hep Alman koltuk 4 parçaya bölünmüş.
Bir parçası yastık olmuş, kötü ressam iyi adam, sokak insanı Mustafa'ya.
Bir parçası işçi Ramazan'ın elinde üç kişiyle dövüşmüş.
Diğer iki parçası ise birlikte gömülmüşler Halkalı çöplüğüne.
Cenazede ne vefa, ne Maviş kız, ne Mehmet.
Aç çığlıklı martılar, kargalarla gülüşmüş.

7 Ağustos 2015 Cuma

Aşırı Bacanak

Bazen kendimi aşırı bacanak hissediyorum.
Hiç bacanak olmadım, medeni durumum bacanak olmaya elverişli hale gelmedi hiç, zaten tam da bu "hiç yaşamadığın halde biliyormuşsun" hissinden bahsediyorum.
Mesela hiç gece bekçiliği yapmamışsındır ama hakkında saatlerce konuşabilirsin, sonunda "abi çok sıkıcı iş" diye bağlar çıkarsın konudan, halbuki kazın ayağı öyle olmayabilir, belki adamlar kendileriyle baş başa kalıp meditasyon kafası bir deneyim yaşıyorlar her mesaide"?"

Bu bilmeden biliyor olma hali hayatın her anında karşına çıkabiliyor, özellikle konu kendini korumaksa iç güdüsel olarak en kötü senaryolar düşünülüp en güvenli yollar seçiliyor, bu yüzden çok iyi şarkı söyleyen mimarlar, çok iyi oyunculuk yapabilen ama hiç sahneye çıkamamış doktorlar ve çok iyi eş/ebeveyn olabilecekken hiç evlenmemiş bekarlar var.

Bu kendini koruma güdüsü nadiren sevdiğini koruma güdüsüne dönüşebiliyor, gerçekten mutlu edemeyeceğini düşündüğünde mesela maddi veya sağlık sorunları gibi sorunlarla uğraşıyorsan uzaklaşmayı seçebiliyorsun.

Bu noktada Yeşilçam filmlerini referans almamakta fayda var, zira yeterince ikna edici olabilirsen, karşı tarafın kendini koruma iç güdüsü devreye giriyor ve yerine alternatifler bakmaya başlıyor.

Hayatı senden daha yolunda birinden ilgi gördüğünde bum! tetiği çekiyor.

Tebrikler nurtopu gibi bir derdin daha oldu.

İş hayatındaki seçimlerimizi para yönlendiriyor, en fazla parayı en garanti şekilde kazandıracak meslek en güvenli yol olarak görülüyor, evet bir çok sabit giderimiz ve bunları karşılamak için paraya ihtiyacımız var ama aslında en büyük gider kalemimiz mutluluk.
Sahip olduğumuz parayı hep bizi daha mutlu edeceğine inandığımız şeyler için harcarız, peki bir oyun sonunda ayakta alkışlanan tiyatrocu o an yaşadığı mutluluğa eşdeğer bir mutluluk yaşamak için ne kadar harcamalı?

Demem o ki; ön yargılarımızdan ve korkularımızdan sıyrılıp kendi ruhumuza teslim olmamız şart, ancak o zaman hayatta olmamız anlamlı olabilir aksi halde programlanmış bir hayatın esiri olarak yaşlanırız, aynaya baktığınızda o beden o ruha ait değilmiş gibi gelir, hatta bazen aşırı bacanak hissederiz...

Mutlu sonlar sadece filmlerde olur, çünkü hayat tek senaryo üzerine kurulu değildir ve mutlu/mutsuz yüzlerce hikayenin toplamından oluşur. 

O gerçek "son" geldiğinde sen aramızda olmayacağın için istatistiklere gömülmenin anlamı yok. 

Biraz sıyrılmayı dene kaygılarından, katıldığın düğünlerle gömdüğün cenazeleri unutamazsın ama aynı yoldan geçmiş insanların tekrar anlamlı şeyler yaşadığını görerek hayata bağlanabilirsin.

Gerçekten dünyada başına gelebilecek tek kötü şey kendi ölümün, onun dışında yaşadıklarının tamamı tecrübe. 

Hayatını film şeridi gibi geçmeye başladığında gözünü boşluğa sabitlemiş gülümsüyor isen iyi bir hayat yaşamışsın demektir ve bunun bitmek bilmeyen stresli mesai saatleriyle elde etmen pek mümkün değil.

Yani hayatının çoğunu para kazanmak için harcıyorsan, korkarım izlediğin o son film de ofiste geçiyor olacak.

Sevdiğin işi yapıyorsan lafım yok, ama mümkün olduğunca çok gezip çok insan tanımak lazım.

Yürüdükçe güçleniyor bacakların.

Gördükçe berraklaşıyor zihnin.

Sevdikçe gençleşiyor kalbin.

Sen de biliyorsun bunun için yaratıldık, en büyük ahmaklık kendini tekrar eden karbon yıllar.

Bazen kendimi aşırı azrail gibi hissediyorum, bir gün hepinizle karşılaşacakmışım gibi, o gün geldiğinde bana anlatacak hikayelerin olsun, yolda canımız sıkılmasın, yol uzun, güle oynaya gidelim olur mu?